SUÇLU KİM, SORUMLU KİM?

Veyl olsun! Acı çeken insanlığı görmeyen, işitmeyen, anlamayan, bu halden kurtulması için çaba göstermeyen, bu hale düşmelerine bilerek, isteyerek, haksız yere vesile olanlar ve bu hali kullanıp, istismar edenlere.

Neredeyse bütün insanlar acı çekiyorlar fakat farklı tepkiler veriyorlar. Çünkü yaşadıkları cari dünya, insanları fıtratlarından uzaklaştırıp, adeta acı çekmeye endeksli hayat biçimlerine mecbur kılıyor.

En anlamlı tepki; acı çekmekten korkup, acı çekmeyeceği koşulların umudunu taşıyan ve bunun için çaba gösterenlerinkidir. Bu, dengenin kurulduğu, denge üzerinde yürünmeye gayret gösterildiği, hakikatin görüldüğü, özde ve çevrede adaletin inşa edilmeye çalışıldığı bir hali tarif eder.

İnsanın aklına; zaten herkes böyle değil midir? diye bir soru geliyor. Yaygın olarak insanlar denge halinde değillerdir. İçinde umut olmayan acılar, acıların korkuları ve korkuların acılarının pençesinde olan pek çok insan vardır. Bir de içerisinde korku olmayan umut halinde olduklarını göstermeye çalışanlar vardır. Bunlar gerçekte korkuların paralize ettikleri hal içerisinde, hareketsiz kalmış romantiklerdir. Çaresizliklerini kabul etmiş ve sadece hayale, söze bürünmüş bir romantizm içerisinde yenilgilerini sindirmeye çalışırlar. Her iki durumda da denge, gerçek ve olumlu tesir yoktur. Bu durumlara istisna tek hâl, Rablerine tam teslim olanların korku ile umut dengesini barındıran halleridir.

Acı karşısında tepkilerin farklılıklarını; çareyi, çözümü bulabilmek ya da bulamamak; halin sebeplerini, doğru duruşu, tavrı ve etki unsurlarını bilmek; hâlden kurtulmayı talep etmek, en doğru şeyleri yapabilmek ve denge halinde olabilmek durumları belirlemektedir.

Korkuların acıları ya da acıların korkularında yaygın tavır kaçmak ve saklanmaktır. Kaçış ve saklanışlar; kişilerin hayal güçlerine, zekalarına, psikolojik hal, mizaç ve şahsiyetlerine ve de nihayetinde bu duruma yükledikleri anlam ve durumdan beklentilerine göre büyük çeşitlilik gösterebilir.

Çoğunlukla suçlayacak birilerini bulup, ona karşı geliştirdikleri tutumun arkasına saklanılır. Tutum, suçlananlara karşı; yargılama, dargınlık, kızgınlık, hakaretler, düşmanlıklar vb. biçimlerde tezahür edebilir. Kendi içerisinde; mazlumluk, mağduriyet, çaresizlik, bunalımlar, psikolojik sorunlar, melankoli vs. biçimlerinde ifade bulabilir. Bunun analizini konunun uzmanlarına bırakmak gereklidir. Biz sadece yazıya esas bağlam ve çerçevede düşünmeye devam edelim.

Suçlamayı kaçış ve saklanma olarak tarif etmemizin nedeni; suç olgusunun doğası, bu olgu karşısında alınacak gerçek tavır, doğasına uygun tavır geliştirilmezse olabilecekler ve olguya doğasının dışında yaklaşımın bedelleri üzerinde olacaktır.

Bir örnekle anlatmaya çalışalım. Mesela bir genç, içerisinde bulunduğu durumu; korkaklık, amaçsızlık, özgüvensizlik, yanlış yönlendirmeler, zayıf irade, ne yapacağını bilememek, kararsızlık, isteksizlik vb. haller üzerinden tanımlıyor ve bunun sonucunda mutsuz ve başarısız olduğunu; ne yapmak istediğini bilmediğini ve hatta hiçbir şey yapmak istemediğini düşünüyor. Bu hal ve duyguların altında kalmaya başlayınca, hızla en bilindik kaçış dalına tutunup, suçlayacak birilerini bulmaya çalışıyor. Bu hususta belirleyici olan en güçlü faktör, yetişme dönemindeki çevre, ilişkiler, kültür, koşullar ve diğer etki faktörleri oluyor. Bunları da, anne ve babanın, kendi üzerinde ki etkileri ile tarif ediyor. Aslında bunlar, kaçış için gerekli potansiyel zemini oluşturuyor, fakat bunun güncel olarak ortaya çıkmasını da, mevcutta etkileyen ve besleyen unsurlar belirliyor. Güncel atmosfer, kültür, ilişkiler, trendler ve diğer tesir unsur ve mekanizmaları... Elbette çare bulmak için başvurduğu kaynakların niyetleri, yetkinlikleri, yönlendirmeleri de etki parametreleri arasında sayılabilir.

Sonuçta suçlanan unsurun hale etkisinin; hangi koşullarda, ne kadar ve ne biçimlerde olduğu; bunlara karşı geliştirilecek tavırların, içerisinde bulunulan olumsuz durumun ortadan kalkması için ne etkisi ve faydası olacağı ya da ilave sorunlar doğurup, doğurmayacağı sorularına verilecek gerçek ve adil cevaplar; suçlamanın sahici bir çözüm mü yoksa kaçış için tutunacak bir dal mı olduğunu ortaya koyacaktır. Zira acıdan ve acıları oluşturan neden ve koşullardan kurtulup, korunmanın çareleri; kaçış değil, sahici ve müessir niyet, talep, bilgi ve tutumla tahakkuk eder.

Elbette, örnekteki gencin suçlamasında doğru taraflar vardır. Yanlış bir evlilik yapmış, mutsuz anne ve babanın ilişkileri, tutumları ve oluşturdukları atmosfer, gencin hissettiği ve tespit ettiği olumsuzluklara neden olmuş veya katkıda bulunmuş olabilir. Anne veya babanın, çocuklarla ilişkileri ve onlara karşı davranışları da benzer etkiler oluşturmuşlardır. Acaba bu örnekteki genç haklı, anne-baba suçlu mudur?

Suçun doğasına göre; ortaya konulan davranış, tutum veya tavrın; insanların ve ilişkilerin doğasına ve bundan doğan hukuklarına aykırı, bozucu, zarar verici olması; bunun da bilerek, isteyerek yani taammüden yapılmış olması gerekmektedir. Hukuk felsefesine girmiyorum. Bu basit örnek üzerinde bir şeyler anlatmaya çalışıyorum. Elbette hukukuna ve doğasına aykırı yapılmış şeyler taammüden değil de; kazayla, bilmeden, istemeden, kasıtsız yapılsa bile benzer zararlar oluşturabilir. Ancak örnekteki gencin mevcut haline müessir etken olarak anne ve babasını suçlaması ve buradan bir kaçış dalı oluşturması bağlamında ele alıyoruz. Zira şu anda yaşanan acıları ortadan kaldırıp, buna etki edebilecek koşulları da değiştirmek esas olmalıdır. Elbette anne-babanın ve oluşturdukları koşulların büyük etkisi vardır ancak onlar da, bunlara neden olan şahsiyet ve bilince sahip; böyle tercihler yapıp, davranışlar sergilemenin koşullarına mahkum, mağdurlar olarak bu davranışları sergiledikleri için; bu durumun kim bilir kaç kuşaktır, hangi karmaşık nedenlere bağlı olarak böyle devam edip süregeldiği için; bu örnekteki gencin, içerisinde bulunduğu halin müsebbipleri olarak anne ve babasını, onların hayat anlayışları ve tavır ve davranışlarını suçlu ilan ederek müessir netice almak imkanı yoktur. Hatta bu hal ve tutum içerisinde olanlar, bir sonraki neslin potansiyel suçluları, kaçış nedenleri olarak yerlerini almaya namzet olarak gözükmektedirler.

Acıya sebep veren yanlışları ve kötülükleri bile isteye yapanlara karşı müessir tutum; onları bir daha acı vermekten men etmek, engellemek, enterne etmek, güç ve imkânını elinden almak, cürmünün karşılığı olan cezayı vermek ve eğer suç düşmanlık düzeyindeyse buna karşılık bir etki oluşturmaktır. Eğer elde imkân olsa bile bunların yapılamayacağı kişiler, sadece suçlanıyorsa, bu etkili bir tutum değil, bir kaçıştır. Yani etkisizliğin ve pasifliğin tutumu... Bu durumlarda muhtemelen en doğru kavram suçlama değil sorumluluk olmalıdır. “Suçlu kim?” sorusunu değil; “sorumlu kim?” sorusunu sormak icap eder. Elbette bunu bir kaçış sorusu olarak değil, bir çıkış sorusu olarak sormak lazımdır.

Etkin bir çıkış ve kurtuluş için, bu soruya verilecek en güçlü cevap; çözümlerin ve çıkışların sorumlusu benim, cevabı olmalıdır. Zira, bütün korkak, pasif, edilgen sorular, cevaplar ve tutumlar, ancak acıların ve kayıpların devamını teminden başka bir işe yaramaz. Sorumlu benim cevabı, çıkışın başlangıcı olmakla birlikte, eşdeğer bir bilinci ve formasyonu da zorunlu kılar.

Acı çekmeden yaşanacak bir umudu ve süreci ifade eden hayat biçiminde insanlar üç temel halin; bilgi, bilinç ve formasyonuna sahiptirler. Bu üç temel hâl:

  • Hayatı inşa etmek 
  • İnşa sürecine bizatihi katıldıkları hayat içerisinde yaşamak 
  • Bu hayatı korumak...

Zaten “insanlar böyle yapmıyorlar mı?” sorusu önemlidir. Burada söz konusu edilen, insanların bila mecbur yaptıkları şeyler değil, bunun mahiyetidir. Elbette insanlar varlıklarını sürdürebilmek için bir hayat kurmak mücadelesi vermektedirler ve bu hayatın içerisinde yaşamaktadırlar. Elbette bu hayatı tehlikede gördükleri zaman da kavga etmektedirler. Ancak bu sürecin; acıların olmadığı bir hayat umutlarını gerçekleştirmesi ihtimaline sahip olduğu iddia edilemez ve hatta bizatihi acıları oluşturanın bu hayat olması ihtimali de yüksektir.

Bilinç ve formasyon sahibi olmak için söz konusu edilen hayat; "inşasına bizatihi katılınan hayattır". İnşa bir niteliği belirler. Bütün niyetleri, hedefleri, anlamları, ilke ve değerleri, sınırları, hukuku ve ilişkileri, insan doğasına uygun olan bir mahiyeti tarif eder ki, bu mahiyet, acıların olmaması umudunu barındıran ve gerçekleştiren özellikleri kapsamaktadır. Diğer önemli husus ise "bizatihi katılımdır." Mevcutta, yaşanılan hayatın yapılandırılma sürecine katılınan bölümle, kimler tarafından, neler yapıldığından hiç haberin olunmadığı alan arasındaki oran, hayal edilmeyecek kadar asimetriktir. Yani insanlar hayatlarının büyük bölümünün, kimler tarafından, ne amaçla, nasıl kurulduğunu bilmemektedirler ve büyük ihtimalle acıların sebebi bu bölümlerin etkileridir.

Suçlu aramak kaçışı yerine, sorumluluk benim tutumu, insanların, acıların olmadığı bir hayat umudunu gerçekleştirmesini mümkün kılacak müessir tercih olacaktır. Bunun gerçekleşmesi için; kendi doğalarına uygun bir hayatın inşasına bizatihi katılmak ve inşa ettiği hayatı yaşamak ve bu hayatın güvenliğini sağlamak; niyet, talep ve formasyonuna sahip olmak lazım şarttır. Bu, gerçekte, hayatın varlık nedeni ve hüsrana uğramamanın da, acılardan kurtulmanın da tek koşuludur.

0 Yorumlar