Biraz halimizden konuştuk. Oluşturduğumuz; geçiştirme, savunu ve kaçış cümleleri olmasa, çok çekilesi ve dayanılası bir konuşma değildi.
Birden öfkeyle bana döndü ve "sahtekârlık ettiğimizi ikimiz de biliyoruz" dedi. Haklıydı bir şey söyleyemedim.
Sonra birden ağlamaya başladı. Biliyor musun? bunlar dünden bugüne olmadı. "Neler?" dedim. Yok, dedi. Birbirimize söylediklerimizden bahsetmiyorum. Bunları oluşturan daha derin sebepleri söylüyorum.
Amacımın ne olduğundan emin olamadığım bir hayatı yaşamaya çalışırken, umutsuz bir çırpınışla sürekli amaç icat etmeye çalışmaktan bahsediyorum. Acayip yorucu ve sonuçsuz bir çabadan. Zira amaçlar icat edilen şeyler değildir, zaten varoluşsal olarak vardılar ve onlar bulunur, keşfedilir, anlaşılır, idrak edilir ve onlara inanılır.
Amaç icat etmek için sarf ettiğim onca enerji bana, ulaşınca yok olan serap için israf edilmiş gibi geliyor. Her seferinde boşluğa düşmekten, başa dönmekten öylesine yoruldum ki, bunun öfkesi bu konuşmaları kısır ve keyifsiz hale getiriyor.
Gizlediğimi fark ettim korkularımı, kendimden bile, müthiş korkularımın olduğunu fark ettiğim zaman. Öyle çok, öyle gizli, öyle etkili ki. Onları gizleyebilmek için oluşturmaya çalıştığım perdeleri, tabelaları, sahte erdemleri, retorikleri, gerçek anlamlarıyla ve nedenleriyle fark ettiğim zaman.
Sonra bunları kazmaya başladım. Okudum, araştırdım, düşündüm ve hayal dünyamda, bütün sınırlardan azade tasavvurlar geliştirmeye çalıştım.
Sana, hayal kurarken keşfettiğim bir şeyi anlatayım, bakalım benim kadar dehşete düşecek misin?
Annemi emiyorum ve annemin duygularından gelen titreşimleri hissediyorum. Birden kendimi çok güvensiz ve korku içerisinde hissettim. Nedenini hayal etmeye çalıştım ve fark ettim ki bunlar aslında annemin duygularıydı. Hayal bu, imkân geniş. İz sürdüm bu güvensizlik ve korku duygusunun nereye kadar gidebileceğine dair. İnanmayacaksın, hani bir bakış açımızı birlikte fark etmiştik te sonra bunu değiştirmek zorunda olduğumuza karar vermiştik. Sonra da ben korkmuş ve onun için bir şey yapmaktan vazgeçmiştim. İşte bu korkunun ipliği, annemi emerken oluşan korkumla kesintisiz bir bağ oluşturuyordu, hayalimde.
Kendimi değerli hissetmemin bana öğretilmediği, hatta buna izin bile verilmediği zamanlarında, neredeyse çocukluğumun başlarından itibaren başladığını ve çeşitli dönemlerde, ortam ve vesilelerle pekiştirildiğini gördüm, hayalimde. Seninle olan tartışmalarımızın önemli bir bölümünün nedeni olan, benim dışsal onay talebim ve olmayınca ortaya koyduğum olumsuz tavırlarım da buradan başlıyormuş.
Üzerinde çokça konuştuğumuz; toplumca neden düşünüp, aklederek karar almak yerine, ezberlere sarılma gayretimizle ilgili, dehşete düşerek bir şey fark ettim. Düşünüp, akletme melekelerimizin gelişmeye başladığı dönemde okula başlıyoruz. Fakat burada eğitim, düşünüp, akletme esası üzerinden değil, ezberler üzerinden veriliyor, pekiştiriliyor ve aksi teşebbüsler cezalandırılıyor. Ne zamana kadar? Ta ki düşünme ve akletme mekanizmalarımız kadük hale gelmiş ve biz de düşünüp, akletmekten vazgeçtiğimiz ana kadar. Yani üniversite bitip, hayatla yüzleşene kadar. Bundan sonra da boşluk yok; artık hayata ilişkin kararlarını da hazırlanıp, sana sunulan ezberler üzerinden veriyorsun. Sonuç, düşünüp, akletmeyen insanların diyarı. Artık bu insanların haline isimleri de sen bulursun.
Velhasıl, bu hayaller bana gösterdi ki, sen, ben hepimiz, tahrip eden bir sarmalın mağdurlarıyız. Bizim sarmalımızı, bizden öncekiler oluşturdu ve sürdürdü. Onlarınkini de ondan öncekiler. Eğer bu sarmalı kendi yaşam dönemimizde kıramazsak; biz de çocuklarımızın korkularının, öz değersizliklerinin, amaçsızlıklarının, kaygılarının, farkındasızlıklarının sebebi olan tahrip sarmalının kurucusu ve sürdürücüsü olarak; hem tatmini bulamadığımız bir hayat yaşarken, hem de bizden sonrakilerin tahribinin müsebbibi, mücrimleri olacağız.
Geçmişte olanlar, geçmişte kaldı. Oradan çıkışla ve etkisiz yöntemlerle, denemelerle bu sarmalı kırabilmek ihtimali gözükmüyor. Meseleyi bu anda çözmek icap ediyor. Bir toplum kendinde olanı değiştirirse, Allah’ta o toplumu değiştirecektir.
Soruna ve sebeplerine odaklanmak yerine, olması gerekeni, yani fıtri ve doğal olanı yeniden inşa etmeye odaklanmak lazımdır. Zira değişimin en temel stratejisi; "bir sisteme doğru girerse, yanlış sistemden çıkar" ilkesidir. Çünkü bir sisteme özgül ağırlığı yüksek olan girince, düşük olan sistemden çıkar. Doğrunun, fıtrinin, doğal olanın özgül ağırlığı da her zaman yüksektir.
0 Yorumlar
SON DAKİKA
1
NASIL BİR MEYDAN OKUMA İLE KARŞI KARŞIYAYIZ? CEVABIMIZ NE OLMALIDIR?