Maksada; dağınık, hedefsiz, rastgele ve etkisiz çabalarla mı ulaşılır? Yoksa, yüksek farkındalığın, bilincin ve dirayetin bir yere odaklanması ile mi?
Öyleyse odak noktası nedir?
Beşer, yani insan olabilmek potansiyeli ile yaratılanı, kemal süreçleri ile insan yapan en önemli husus sorumluluktur, zannımca.
Sorumluluk yüklenmeyip, arzu ve isteklerinin dümen suyunda, kendisine verilen hayatı, diğer kaynak ve imkânları tüketenlere, israf edenlere; "belhum adal" yani hayvandan daha aşağı derekede denilmesinin nedeni; hayvanların, fıtratlarından gelen varlık nedenlerini yani kök sorumluluklarını yerine getirmekten dolayı, varlık zincirinde, ontolojik olarak belirlenmiş konumlarına hak kazanıyor olmalarındandır. Bundan dolayı, bunu gerçekleştirmeyen beşerler, ontolojik mertebelerine ihanet edip, aşağılara yuvarlanmaktadırlar.
İnsanı sorumlu kılan en önemli husus; bizatihi mülkiyet sahibi olmadıkları ve tasarrufuna yetki verilen her şeyin emanet olduğunun bilinmesi şuurudur.
Yetkiyi veren mülkün sahibidir ve yetkinin sınırlarını, kullanım nedenlerini ve koşullarını da O belirlemiştir. Bu nedenle emanet ve sorumluluk bilincine sahip olanların, kestirmeden bildikleri, inandıkları ve hayatlarını inşa eden temel düsturları; "Allah ne demişse o" demeleri olmalıdır.
Hayatımız, sağlığımız, aklımız, ilişkilerimiz, bize verilen rızıklar-nimetler, yaşadığımız topraklar, hatta bütün dünya, bütün insanların ve varlıkların hukuku; kısaca ilintili olduğumuz her şey bize birer emanettir ve onlarla, mülkün sahibinin belirlediği şartlarda ilişki kurarız.
Fakat en büyük emanet ise "dindir".
Zira din, bütün sorumlulukların, mülkün sahibinin belirlediği koşullara göre yerine getirilebilmesinin; bütün emanetlerin korunabilmesinin ya da hiç birisinin hukukuna tecavüz edilmemesinin asıl amilidir.
Bu nedenle Allah, hayatın kök amaçlarından birisi olarak;
Bakara Suresi 193
"Fitne kalmayıncaya ve din Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse, artık zulüm yapanlardan başkasına karşı düşmanlık yoktur" ayetini göndermiştir.
Herhalde, yeryüzündeki herkes namaz kılıncaya, oruç tutuncaya, hacca gidinceye ya da bütün kadınlar başlarını örtünceye kadar onlarla savaşılmasının emredildiğini düşünen yoktur.
İki nedenle bu biçimde düşünülemez.
Birincisi;
Bakara Suresi 256
"Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk sapıklıktan iyice ayrılmıştır. O hâlde, kim tâğûtu tanımayıp Allahʼa inanırsa, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir."
Bu ayetin hükmüne göre esas olan, fitnenin ortadan kalkması; doğrulukla, sapkınlığın birbirinden kesin olarak ayrılması ve insanın, doğruyu ayan-beyan görmek hak ve imkânına kavuşmasıdır. Bunun için iman edenlere, canlarıyla ve mallarıyla mücadele etmesi, savaşması emri verilmiştir.
Bundan sonrasında bir zorlama yoktur. Bu özgürlüğünü elde etmiş olan insan, istediği tercihte bulunabilir, elbette bedelini ödemek şartıyla. Ancak özgürce hakkı görmek imkânını elde etmiş insana, tâğûtu yani; insan ve kul olmayı reddedip, yaratılış özelliklerinde yani fıtratında belirlenmiş sınırlarını aşanları tanımamak, onların sağladığı sahte mahiyet-din bilgilerine itibar etmemek ve sadece Allah'a inanmak tavsiye edilmiştir.
İkinci husus ise din olgusunun fonksiyonları ve etkileri ile alakalıdır.
Zira ayette, dinin sadece Allah'ın olabilmesi için öncelikle fitnelerle savaşılması emredilmektedir.
Fitne; Bir ateşle yanma; gerçekliğini sınamak için altın veya gümüşün eritilmesi, bir imtihan; birinin sayesinde sınandığı veya imtihana tabi tutulduğu sıkıntı, zorluk veya bela, azap; bir topluluk arasındaki kıyım, ihtilaf, karmaşa, yanlış yönlendirme veya saptırma; cazibe veya baştan çıkarma veya onlara bir sebep, delilik, cinnet veya şeytani güçlerin ele geçirmesi, doğru yoldan sapma veya ayrılma, imansızlık veya inançsızlık, ceza; bahane, mazeret veya cevap anlamlarına gelmektedir.
İnsanı yarattığı fıtratı, din olarak gönderen Allah; buna karşı oluşturulmuş ve fitne kavramının kapsamı içerisindeki bütün sahtelikler, karşıtlıklar, zulümler, anlamsızlıklar, yıkıcılık ve bölücülükler, aldatmacalar, çaba ve çalışmalar, etkiler, süreçler, sonuçlar, sistem ve teknolojiler ve benzeri unsur ve faktörlerle savaşmayı emretmektedir. Ne zamana kadar? Özgür bir alan açılıp, bu alanda fıtrat diniyle yani Allah'ın gönderdiği dinle bir hayatın inşa edilmesine başlanmasına kadar. Ne kadar süre için? Bu dinle inşa sürecinin sürdürülebilmesi, önünün kesilmemesi, yavaşlatılmaması, engellenmemesi, saptırılmaması ve sürekli gelişiminin sağlanması, kalıcı olarak mümkün olana kadar. Nereye kadar? Yeryüzündeki insanların bu hakikati apaçık ve özgürce görmek hak ve imkânları sağlanana kadar.
Gösterilen bu hedef ve verilen görevden çıkışla, din kavramının en temel, köklü ve etkili bir fonksiyona sahip, asıl emanet olduğu açıkça anlaşılmalıdır.
Zira, her unsur lokal, kesitsel, sınırlı etkiler üretirken, din; her an ve alanda bütün varlıkların hallerini; sistemlerin, süreçlerin, olguların, oluşların, ilişkilerin mahiyetini belirlemektedir. Yani din, bütün zamanlarda, bütün hayatın mahiyetini belirlemektedir.
Mahiyet, oluşturacağı etkiler bakımından her an, alan, unsur ve faktörlerle; yapılan işin, kurulan sistemin, geliştirilen ilişkilerin niteliğini, biçimini, fonksiyon ve etkilerini ifade eder.
Yapılan iş; insanların hukukunu gözetiyor mu, gözetmiyor mu? Dengelere dikkat ediyor mu, etmiyor mu? Yarar sağlıyor mu, yoksa zarar mı veriyor? Üretiyor mu, israf mı ediyor? İnşa mı ediyor, yoksa imha mı? sorularının cevapları, yapılan işin mahiyetine dairdir. Üstelik bu cevapların, insanın doğasına-fıtratına uygun özellikler, hükümler çerçevesinde verilmesi de zorunludur.
Beslendiğiniz ürünler, bunların hazırlanış ve kullanılış biçimleri de mahiyet bilgisidir. Zira bunlar insanların biyolojik doğalarına aykırı biçimde gerçekleşiyorsa, sağlığın korunması ve fıtri gelişim sağlanamaz. Biyolojik, fizyolojik ve hatta zihinsel sisteme zarar verilmiş olur.
Eğitime yüklenen anlam, insanların tarif ve konumlandırılması, eğitim hedefleri, usulleri, müfredat, koşullar, başarı ölçüleri, mahiyet bilgileridir. Bu bilgilerin niteliğine, kaynağına, biçimine göre eğitilen insanlar: Özgür mü yoksa köle mi olacaklar? Fıtratlarını öğrenip, ona uygun mu yaşayacaklar yoksa fıtratlarına yabancılaşacaklar mı? Sahip oldukları hal ve imkânların farkında olup, kullanabilecekler ya da farkında olmayıp, haksız biçimde kullandıracaklar mı? Kaynakları üretecekler veya israf edip, tüketecekler mi? Tatmin içerisinde mi yoksa hüsran içerisinde mi yaşayacaklar? sorularının cevapları şekillenecektir.
Mesela kurulan ekonomik sistemin; emanet değil mülkiyet esasını temel alması; paylaşım değil, biriktirme, temerküz ilkesine göre yapılandırılması, mahiyet farklılıklarına örnektir. Farklı mahiyetlerde kurulan ekonomik sistemlerin birisinde emanet şuuru ile üretim ve paylaşım ilişkisi içerisinde olan bir toplum ve hayat gelişirken; diğerinde, azgın, bencil, sömüren ve tüketici bir toplum ortaya çıkar.
Nefsin eksen, tüketimin temel hedef olarak belirlendiği mahiyet kriterleri esas alınarak gerçekleştirilen şehir planlamalarından ortaya çıkmış şehirlerde; kendine, doğasına ve insanlara karşı yabancılaşmış ve bencilleşmiş, tüketici yaşam biçimleri doğarken; tasarım kriterlerinin mahiyeti arasında; insanın yaratılış özellikleri, Allah'ı hatırlatmak, israfın olmaması, üretimin esas alınması, insan ölçeği gibi hususlar varsa; içinde adaletin, işbirliğinin, paylaşmanın, huzurun, üretimin ve tatminin gerçekleştiği şehirler ortaya çıkar.
Bireyselliğin ve sosyalliğin dengesi; insan ölçeği, paylaşım, sadelik ve diğer fıtrat kodlarının dikkate alındığı mimari kriterler esas alınarak tasarlanmış konutlar bugünkünden farklı, bu mekanların içerisindeki hayat ve ilişkiler de tatmine ulaştırıcı olacaktır.
Eğer mahiyeti insan saygınlığının ve toplumsal ilişki hukukun fıtratına uygun olarak belirlenmiş giyim tarzı benimsenirse: Ne insanların saygınlığına halel getirecek ne haksız tahrike yol açarak fıtratın bozulmasına neden olacak ne de ilişkileri rotasından çıkartıp, insan onuruna ve toplumsal huzura zarar verecek sonuçlar ortaya çıkmayacaktır.
Hayatla temel bağını; emanet ve sorumluluk olarak görerek inşa edilmiş toplum ya da kurumlardan hain çıkmaz.
İnanıp, amel-i salih işlemeyi, hüsrandan kurtuluş olarak bilen; bir işi bitirince, diğerine başlamayı, mahiyet ilkesi olarak gören toplumlarda; tembel, amaçsız, sorunlu ve asalak insan yetişmez. Bu toplumlar asla fakir ve güçsüz olmazlar.
Yukarıda, mahiyetin fonksiyon ve etkilerinin anlaşılmasına destek olabilecek birkaç örnek verdim. Bu hususu hayatın her an ve alanını, her iş ve ilişkiyi kapsayacak biçimde düşünmek; mahiyetin, hayat ve insan üzerindeki etkisini anlayabilmeyi mümkün kılacaktır.
Dinin kök ve stratejik önem ve etkisi buradan gelmektedir. Zira her şeyin mahiyetini belirleyen olgu dindir.
Her şeyin oluşunu belirleyen faktör, insanın karar ve davranışlarıdır. İnsan karar ve davranışlarının mahiyetini belirleyen dini bilgidir. Dolayısıyla hayatın mahiyetini belirleyen de dini bilgidir.
Bu nedenle Allah; mahiyeti, Allah'ın belirlediği yaratılış özelliklerine yani insan fıtratına uygun bir hayatın inşa edilmesi, yaşanması ve korunması için zorunlu olan dinin, Allah'ın bildirdiği fıtrat dini olabilmesi için; buna karşı bütün engelleri oluşturan fitnelere karşı savaşmayı emretmiştir. Zira insan ancak bu hayat içerisinde, sahip kılındığı emanetlere karşı sorumluluklarını yerine getirebilir, tatmin içerisinde yaşayabilir ve mahza tatmin olacak olan cennetteki sonsuzluk hayatına liyakat kesbedebilir.
Allah ne demişse o düsturundan çıkışla, yarattığı her şeyi anlamak, yaklaşmak, ilişki kurmak ölçümüz de onun belirlediği yaratılış özelliklerine yani fıtratına uygun davranmayı zorunlu kılar.
Her şeyin mahiyetini belirlemek misyonu dine verildiğine göre, maksada ulaşmanın odak noktası da din olmak zorundadır. Samimî insanlar için de din kavramının fıtratını bilmek ve bu perspektifle din tercih etmek ve dinle ilişki kurmak en önemli sorumluluk olmalıdır.
Bu sorumluluğu yüklenecek insanlar öncelikle, mevcut din anlayışı ve dinle ilişkilerini bu fıtrata göre gözden geçirip, yeniden sahih bir anlayış inşa etmeyi anın vacibi olarak görmelidirler.
Din; ibadetlere, ritüellere, sembollere, kimliklere, sosyal aidiyetlere, örf, alışkanlık, irtibat, iltisak, rivayet, gelenek ve taraftarlıklara indirgenmemelidir.
Din; insanın manevi ihtiyaçlarını karşılayan olgudur, türü parçalanmış tariflerin konusu edilip, duygusal alana hapsedilmemelidir.
Din; siyasetin, ticaretin, sosyal veya ilmi iktidarların destek unsuru olarak tanımlanmamalıdır.
Din; yoldur, menhectir türü hayatla irtibatı apaçık kurulamayan soyut tariflerle izah edilmemelidir.
Din; tevhid yani birlik ve bütünlük çerçevesinde; Allah'ın birleştirilmesini emrettiği şeylerin arasını ayırmadan, hayatın fıtratına uygun ve insanın varlık nedenine hizmet eden, fıtratına uygun fonksiyonu apaçık anlaşılan, öznesi insan, bağlamı hayat olan, sarih bir tarifle anlaşılmalıdır ki; görevini yerine getirebilsin ve insanların bu kavram üzerinden aldatılmasına mahal kalmasın.
Fıtrat; dinin fıtratı ve fıtratına uygun İslam dini hakkında epeyce bahsettiğim için, bu yazıda tekrar etmeyeceğim. Bu yazının hedefi, anlamı; hayatın her anının ve unsurunun mahiyetini belirlemek gibi en güçlü stratejik etkiye sahip olan din kavramının sahih olarak anlaşılması ve bu perspektiften hayata müdahale edilmesinin, güncel olarak odak gündem ve çalışma haline getirilmesinin; yüksek strateji konusu olmasının öneminin anlatılmasıdır.
Herhangi bir şeyi fıtratı çerçevesinde kullanmak; o alanda, sürekli, adil ve asimetrik bir güç ve imkanının kullanılması demek olduğunu anlayabilenler; her şeyin mahiyetini belirleyen dini, fıtratına uygun anlayıp, kullanmanın ne anlama geldiğini de anlayacaklardır.
Yeryüzünde egemenlik kurmuş, güçle idare edenlerin yüksek stratejilerinde iki temel parametre vardır.
Bunlardan bir tanesi, parçalanmamış, sistem bütünlüğüne sahip, kavramsal çelişkileri ve kavram-pratik çelişkileri olmayan bir din anlayışına sahip olmaya çaba göstermeleridir.
Kendileri yaratamadıkları halde, ilahlık tasladıkları için; sahte bir ontoloji imal edip, buradan bir epistemoloji geliştirerek bütün teknolojik ve aksiyolojik süreçleri; bu çerçevede, çelişkisiz geliştirmeye çalışmaktadırlar.
Sistem bütünlüğü, çelişkisizlik ve çalışan bir sistemin gösterilmesi; hayatı, olguları, oluşları, sistemleri, süreçleri; bu bütünlükten okuyamayanlarda bir sahihlik olgusu, bağlılık ve hayranlık duygusu oluşturabilmektedir.
Yüksek stratejinin diğer parametresi ise; yukarıdaki çerçeve de; sahih bir din anlayışı potansiyeline sahip olanların; tek kaynaktan beslenmek, bilgi ve sistem bütünlüğü, fıtrata uygunluk, parçalanmamışlık ve parça-bütün uyumu, çelişkisizlik, hayata dönüşüp, şahitlik niteliği kazanmak gibi unsurları tahrip etmek olmuştur ki; buna taraf olan insanlar, dinlerinin sadece bir bölümüne inanıp, sadece bunu din olarak algılasın; din sistematiğine ait diğer bölümleri de din dışı alan olarak değerlendirsin. Bunun sonucunda, bu anlayışa göre dini olarak kabul ettikleri, hayatlarında yerini alacak ve insanlar kendilerini bunlarla, dindar olarak tarif edeceklerdir. Bunun dışında kalan ve asıl olarak dinin fonksiyonunu gerçekleştirip, hayatın mahiyetini belirleyen alandakiler, karar alıp, davranış geliştirmenin zorunlu unsuru olduğu için; dini bilgiyi de kendilerinin imal ettiği bilgilerden edinsinler.
Din ve dünya işlerinin ayrılması tarifi böyle bir fonksiyonu icra etmektedir.
Bu strateji de şeytanın; onları şükredici bulamayacaksın stratejisinin müthiş etkili bir uyarlamasıdır.
Din kavramının doğasının anlaşılması, bu anlayışın yaygınlaştırılması, sahih anlayışa uygun bir din yaklaşımı ile hayatın yeniden inşa edilmesi, yaşanması ve korunmasının; ortak, net ve tek hedef haline getirilmesi; bütün iş ve çalışmaların çerçevesi ve hedefi haline getirilmelidir.
Yâni hakikate taraf olanların odak noktası, fıtratına uygun bir din anlayışına sahip olmak ve bu çerçevede, nasıl karar alınıp, davranış geliştirileceğinin öğrenilmesi olmalıdır.
Zaten meselenin esası ve stratejik önemi kavranıldığı zaman, bu öncelikten başka bir şeyle uğraşmanın; Allah'ın, boş işler nitelemesi dairesinde, stratejik ve ölümcül bir hata olacağı da anlaşılacaktır.
Hayatın varlık nedeni olan, ahsen-ü amel işlemek; fıtrata uygun hüküm cümleleri ve anın vaciplerine uygun davranmak demektir.
İçinde bulunduğumuz hal mucibince ahsen-ü amel; din kavramının fıtratının anlaşılması, anlatılması; bütün karar ve davranışlarının ekseni haline getirilmesinin; en stratejik vacip olarak, odak noktası haline getirilmesidir.
Elbette, emanet bilincine sahip, sorumluluk duyanlar, Allah'a ve ahirete kavuşmayı umanlar, hakikate taraf olanlar, özgürlüklerinden taviz vermeyecekler, adalet ve tatmin peşinde olanlar için.
0 Yorumlar
SON DAKİKA
1
NASIL BİR MEYDAN OKUMA İLE KARŞI KARŞIYAYIZ? CEVABIMIZ NE OLMALIDIR?