NE HİSSETTİĞİMİN BENİ TARİFİ

Uzundur içimden bir şeyler yazmak, konuşmak, tartışmak gelmiyor. Bu aslında kişisel çöküşün, zayıflığın tezahürü bir hâlin neticesinde olmuyor. Belki bunların tesirsizliği, sahici ve müessir olanın bilinmesi, bulunması idrakinin sonucunda oluyor.


Akşam televizyonda, bir kahpe niyetin, bir sinsi teknolojiyle nelere sebebiyet verdiğini izlerken düşündüm; bu durum bende ve iddiaları olan insanlarda hangi duyguları harekete geçirdi? Asgariden insanlar, gizli de olsa yapılan işin tekniğine, arkasındaki iradeye bir hayranlık ya da korku hissettiler mi? Yoksa hissizliğin sahte konforuyla, bir bardak demli çayın keyfine mi döndüler. Hemen itiraz etmeyin; eğer duygularımızı ve inançlarımızı sahici biçimde fark ediyor olsaydık, hayatla ilişkimizin ve duruşumuzun bu biçimde olmak ihtimali olmazdı.

O hal içerisindeyken, iki yıl önce yayınladığım bir yazı aklıma geldi ve tekrar okudum. İşte bu yazıyı, bu vesile ile bir kez daha paylaşmak istiyorum. Belki bu bağlamda okumak farklı bir anlamın oluşmasına neden olabilir.

ULUCANLAR

Ankara'nın, Ulucanlar semtinde doğdum ve gençliğimin bir bölümü burada geçti. Avlulu, üç katlı Ankara evimiz, mahalle kültürü ve ilişkileri, eski Ankara kabadayılarının son temsilcileri ve bunların hikayeleri, bunlara kaynaklık yapan Ahi kültürü ve gelenekleri ve meşhur Ulucanlar Hapishanesi, çocukluk ve gençlik anılarımın çoğunluğunu oluşturmaktadır.

Eski Ankara kabadayılarının hikayeleri arasında; silahları, bıçakları, kavgaları, yaralamaları, öldürmeleri, raconları, bölge savaşları en çok anlatılanlardı. Fakat benim en çok ilgimi çeken şeyleri; cesaretleri, delikanlılıkları, cömertlikleri, adalet duyguları, vakarları, ilke ve değerlerine bağlılıkları, dostlukları, vefa duyguları ve yardımseverlikleri olmuştur. Ahiliğin de esasını oluşturan fütüvvet ahlakının bir kısmına sahip olan kabadayılık kültürünün, bütün yozlaşmaya rağmen rağbet görmesi; güzel ahlakın bütününü inşa etmek için gönderilen bir dine atfen, yalanına ceket vermek mesabesinde değerlendirilebilir.

İnsan ölçekli mimari ve çevre düzeni ile mahalle kültürünün özünde, bu bölgede kısa bir dönem devlet kurmuş, çok uzun süre de kültür ve geleneğini yaşatmış olan Ahiler ve Fütüvvet vardı.

Gençliğimin bir döneminde; koğuş raconları, gardiyan zulümleri, mahpusluk anıları, idamlarla, rüyalarımı kabuslara çeviren cezaevi önemli bir yere sahiptir. Bir başka döneminde ise, küçük ve çok şirin, yedi yüz yıllık Selçuklu mescidi ve rahmetli Ahmet Hoca vardır. Namazlardan sonra tek tek esnafları dolaşan ve onlarla hemhal olan; sabah namazlarından sonra mescitte, bazı akşamlarda evinde bizlere ders veren Ahmet Hoca. Bir de onlarca, harika Selçuklu mescidinin yıkılıp, hafızalardan bile yok edilmesi. Allah'tan sonraları elime bununla ilgili bir kitap geçmişti de bunun bir hafıza yanılgısı olmadığından emin olmuştum.

Çocukken, rahmetli dedeme; "Ulucanlar isminin nereden geldiğini sormuştum". Gerçek miydi yoksa öğüt babından söylenmiş şeyler miydi tam olarak bilmiyorum fakat, hafızamda kalanlardan hala etkilenirim. Rahmetli dedem şöyle cevap vermişti.

Evlat, insanlar üçe ayrılırlar. Bir kısmı ulucanlar, diğer kısmı sefilcanlar ve arasındaki garibanlar.

Ulucanlar, iki lokmanın, haram lokmanın, aferinin, övülmenin, haksız gücün, düşük işlerin, boş sözlerin peşinde olmayanlardır. Haksızlığa tahammül etmezler, adalet için mücadele ederler, kula kulluk etmezler, azlarını da paylaşırlar. Az konuşurlar, öz konuşurlar, söyleyince yaparlar, yapmayacaklarını söylemezler. Hep bir amaçları, davaları vardır, boşa yaşamazlar, boş işlerle uğraşmazlar. Olgundurlar, ağırbaşlıdırlar, onurludurlar, mütevazidirler, nezaketlidirler, bilgilidirler, merhametlidirler. İşte böyle olmuş, böyle yaşamış insanlar kurmuşlar bu semti. Oradan kalmış Ulucanlar ismi.

Belki de bir muhasebe ölçüsünün ismidir, Ulucanlar.

Muhtemelen dedemin nezaketen söylemediği şey, ulucanların dışındakilerin "küçük adam" kategorisinde olduklarıydı.

Mesela ben cesaret edipte, ulucanlardan mı, sefilcanlardan mı, garibanlardan mı olduğumla ilgili yüzleşemem. Bunun yerine hayatı gelişine yaşayıp, olana güzellemeler yapmanın konforu daha rahat ve güvenli gelir.

Mesela; benim, ailemin, özellikle çocuklarımın yaşadıkları hayatın, koşulların, çevrenin; kök ve esaslarının ne kadarının varlığın hakikatinden,  insanın doğasından geldiğini sorgulayamam. Bunu, temeli insan doğasının esaslarına uygun hükümlerle kurulmamış hayatların; önünde ve sonunda hüsran yaşatacağını bildiğim halde soramam. Zira sorup ta buna dürüst cevap verince doğacak olan bu hayatı, doğasına uygun olarak yeniden inşa etmek sorumluluğu için; ne kadar bilgim, niyetim, inancım, hassasiyetim, talebim, yeteneğim, formasyonum, gücüm, hazırlığım var? Bunlarla yüzleşemem.

İnsanların; hayatı, hüsran düzeyinde yaşatanlara karşı mücadele etmelerini mümkün kılacak bilince, farkındalığa, cesarete, liyakate sahip miyim? Bunu kendime soramam. Zira, delikanlı temalı filmler izlemek; boş beleş yiğitlik hayalleri kurmak; olmadı, ataların yaptıkları kahramanlıkları anlatmak; risksiz ve zahmetsiz, -gerçek olmasa da- bir tatmin duygusu yaşatır.

Korkarım, acaba düşünsem, yüzleşsem, muhasebe etsem ve sonunda da cesaret etsem; bu durumda elimde olanı da kaybeder miyim? Yalnız bırakırlar da bir başıma kalır mıyım? Yerilip, dışlanıp, aşağılanır mıyım? Asla hiç kimsenin; "bunlardan daha sahici hüsranlar, korkulacak veya tercih edilecek şeyler var" telkinatlarını dinlemek istemem. Ben onlar kadar bilmiyor muyum?

Diyelim ki birileri inandı ve cesaret etti ve bir yol açmaya çalışıyorlar. Bana da "gel sende bu yolda yürü ve bir şeyler yap. Zira önünde ve sonunda hüsran mahiyetli bir hayatı yaşamak zorunda kalacak olan sensin ve sana emanet edilen evlatların" deseler; 

Ne cevap veririm? 

Cevap verir miyim? 

Geçiştirir miyim? 

Kaçar mıyım? 

Bilmiyorum. Zira, gelişine yaşanan hayatımda çok yol edebiyatı yaptım da hakiki yolun esası ve  icabatları nelerdir? Üzerinde pek düşünmedim. Bu durumda hakiki yolun esasına göre;

Ben ne işe yararım? 

Gel deseler ne yapabilirim? 

Bilmiyorum. Zira yüzleşmedim, merak etmedim, üzerinde çalışmadım. Gelişine yaşamın görüntüleri üzerinden güzellemeler, meşrulaştırmalar yani kaçışlar ve saklanışlar daha kolay ve konforlu geldi.

Ama kaçışın ve saklanışın hiç iş görmediğini yakinen görüp, anlayacağım bir anın geleceğinden de hiç şüphe etmiyorum. Bu hal,  Ulucanlar hapishanesinin, rüyalarımı kabusa çevirmesine benzer bir konfor bozuculuk etkisi yapmıyor da değil. Fakat biliyorum ki, kabustaki hapishane, yatılandan evladır ve bir gün "bismillah" diyerek uyanmak ihtimalini içerisinde taşımaktadır.

0 Yorumlar