- OLAY/YORUM

NASIL BİR MEYDAN OKUMA İLE KARŞI KARŞIYAYIZ? CEVABIMIZ NE OLMALIDIR?


İçindeki yaşadığımız dönemi, dünyadaki makro kırılım ve derin kaos dönemlerinden birisi olarak ifadelendirmek mümkündür.  

Zira kaos çıkarıp, bunu düzene çevirmek sürecini iyi yöneterek, yeni durumların ve dönemlerin efendisi olmak stratejisini iyi bilenler bile; bu kaosun çapını, derinliğini, istikametini, muhtemel ve topyekûn etkilerini ve süreci nasıl yöneteceklerini bilemiyorlar.  

Birkaç makro dönemdir farklı sahalarda galibiyetini ilan etmiş ve mağlupların kendilerinin meydan okumalarına cevap verememek takatsizliğini, kendi lehine faydaya çevirebilmiş olan hegemonik güçler; şu anda henüz bütün boyutlarını kavrayamadıkları bir meydan okuma ile karşı karşıyalar.  

Tepedeki hegemonik masanın bozulması ve henüz yenisinin kurulamaması; bu çerçevede finansal, organizasyonel, stratejik imkanları rahatça kullanamamaları; iç çatışmanın başlaması ve tarafların birbirlerini kolayca tasfiye edememesi; yeni bir konsolidasyonun gecikmesi gibi hususlar, maruz kalınan meydan okumaya başlangıç teşkil etmektedir.  

Asıl konulardan bir tanesi, insan kalite ve kapasitesine, toplumların farkındalık düzeyine ilişkin potansiyel bir farklılık ihtimalinin doğmasıdır.  

Bu doğuşa neden olan unsurların bir bölümünü kendilerinin üretmiş olmaları ve bunu kullanacakları küresel sistemin, aralarındaki çatışmalar nedeniyle tahrip olabilmesi ihtimali, başka yeni ihtimallerin doğmasına neden olabilir.  

Ayrıca bu çatışmanın neticelenmesi ve yeni bir konsolidasyonun sağlanması için yeni ve güçlü aforizmalara da ihtiyaç vardır.  

Bu durum, iki nedenden doğmaktadır.  

Birincisi; hegemonik yapı, doğası gereği hakikat üzerine sistemleşip çalışamamaktadır. Bu nedenle her dönemde “yeni hakikatler” imal etmek zorundadırlar. Bunların, insanlar, toplumlar, kurumlar nezdinde kabul ettirilebilmesi için de aforizmalara ihtiyaçları vardır.  

İkincisi ise; şu anda eski aforizmaların iş göremeyecek durumda olmalarıdır.  

Hegemonik yapının yumuşak karnı da burasıdır. Hiçbir imal edilmiş “hakikat” ve bunun tutundurulması için ortaya konulan aforizma; insanların, varlıkların, olguların, oluşların ve ilişkilerin doğalarını tarif eden orijinal hakikatin; bu hakikat çerçevesinde üretilmiş, veri, karar, davranış ve ilişkilerin yerini alamaz.  

Bu nedenle hegemonik sistemler karşısında, insan doğasına uygun hayat inşa edecek, sistem oluşturacak hedeflere sahip olanların; tasarım ve güvenlik hususlarındaki temel dayanak noktaları; bu çerçevede üretilmiş veriler ve inşa olmuş insanlar olmalıdır.  

Hegemonik yapının maruz kaldığı meydan okumaların sonucunda ortaya çıkan durumlardan bir tanesi de bölgesel ve küresel konjonktürde, ortaya henüz nihai ve kalıcı sonuç için bir şey koyamadıkları ve tüm tarafların, ara dönem stratejileri geliştirmekte olduğudur.  

Ara dönem stratejileri temelde iki parametre üzerinde gelişmektedir.  

Bunlardan bir tanesi, kavga eden tarafların ve iltisaklarının beka tehlikesini bertaraf etmeleri ve bu dönemde olumsuz, sürpriz sonuçlarla karşı karşıya kalmamak, araya gelmemek çabalarıdır. Bu çabaların nihai hedefi mevcut pozisyonun muhafazası olabilir.  

İkincisi ise yeni dönemde, mümkün olduğunca güçlü bir elle masaya oturmak ve yeni pozisyonları için avantaj elde etmek gayretleridir. Zira bu kaos halinin çok fazla sürdürülemeyeceği; mümkün olan kısa sürede bir konsolidasyonun sağlanması ve yeni hegemonik tepe organizasyonların yeniden tesis edilmesi gerekliliğine inanmaktadırlar.  

Her ne olursa olsun, yeni dönemin, bazı yeni parametrelere sahip olması kaçınılmaz gözükmektedir.  

İnsanların ve toplumların, önceki döneme nazaran, basitçe ve konvansiyonel yöntemlerle yönetilemeyeceği, manipüle edilemeyeceği öngörülmelidir.  

Henüz bunun görülür emareleri yok denilse bile; bunu oluşturan parametrelerin ortaya çıkartabileceği potansiyellerden söz etmek mümkündür.  

Bilgiye ulaşım kolaylığı, nispi özgürlük talepleri, derinlik ve anlam arayışları, özgüvenin artabilmesi ve önceki tekliflere isteksizlik ihtimalleri gibi temel insani hasletlerin ortaya çıkabilmek olasılığı, bu potansiyelleri dikkate almaya imkân sağlayabilir.  

Bu parametrelerin ortaya çıkmaları için zemin hazırlayanlar; manipüle edip, istedikleri istikamette yönetebilecekleri bir insan tipolojisi oluşturmayı hedeflemişlerdi. Bu insan tekine doğrudan ulaşarak oluşturacakları etkilerle rekabet avantajı elde etmeyi umuyorlardı.  

Bu parametrelerin, kontrol dışı etkilerini nötralize etmek, istenmeyen sonuçlar doğurmasını engellemek içinde; eğitim, kültür, iletişim, beslenme düzenleri vb. yoluyla tedbirler geliştirip; x, y, z gibi isimlerle ve kendiliğinden oluşmuş görüntüleri ile elverişli tipolojik tariflere uygun nesiller imal etmeye çalıştılar.  

Başarılı olmadıkları söylenemez. Fakat, önceki dönemlerde bastırılmış temel insani hasletlerin ortaya çıkması avantajını; insanları, insan doğasına uygun veriler ile yüzleştirmek yöntemi ile değerlendiren bir çalışma ortaya çıkarsa, durum tersine dönebilir.  

Bunların neticesi olarak; farkındalıksızlık, özgüvensizlik, manipülasyon ve korku yöntemleri ile konvansiyonel biçimde yönetilebilen insanların artık; bu biçimde yönetilemeyeceği ve başka taleplerinin olacağı ortaya çıkmıştır.  

Yanı sıra;  devletler, toplumlar, kültürler, uluslararası, bölgesel ya da küresel ilişkiler alanların da rekabet ve iş birliği parametrelerinin de değişmekte olduğu ortadadır.  

Bunun muhtemel sonucu; daha zeki, donanımlı, yüksek kapasiteli yöneticiler ve daha sofistike yönetim sistem ve süreçlerinin geliştirilmesi ihtimalidir.  

Zira yönetim kavramının anlam ve kapsamında değişiklik olması mukadder gibi görülmektedir.  

Elbette bu mecburiyet birçok alanda zorunlu değişiklikler oluşturacaktır. Küresel ilişkiler, siyaset, akademik dünya, iş hayatı, sosyal çalışmalar vb. sahalarda bu etkilerin sonuçlarını yakın sürelerde görmeye başlamamız sürpriz olmayacaktır.  

Bu genel analiz çerçevesinde bizim için hayati ve stratejik öneme haiz bir soru sormak zorundayız.  

İslam tarihi boyunca farklı kereler, faklı biçimlerde meydan okumalara maruz kalmış ve birçoğundan olumsuz etkilenerek çıkmış; yakın tarihte ise bu meydan okumalardan kesin yenilgilerle çıkmış olan Müslümanlar; küresel ölçekte ve genele şamil ortaya çıkan bu yeni meydan okuma karşısında ne yapmalıdırlar?  

Bu sorunun cevabını sadece;  Allah’ın hükümleri ile bir hayat inşa etmek arayışında olan Müslümanlar bulmak zorunda değillerdir.  

Dünyadaki verili sisteme entegre biçimde varlıklarını sürdürürken; aynı zamanda kendini İslam’a nispet eden halklara sahip olan devletlerin de bu soruya cevap aramaları mecburidir.  

Zira gerek devlet yönetimlerinde gerekse uluslararası ilişkilerde, dikkate almak ve hatta kullanmak zorunda olduklarını düşündükleri, İslam’a dair şeyler, onlar için aynı yaklaşımla elverişliliklerini sürdürebilecekler mi? Yoksa dezavantaj mı olacaktır? Ya da gerçek İslam’ın, fıtrata dayalı inşa edici vasfı, büyük bir rekabet gücü ve üstünlük fırsatı olabilir mi?  

Yeni kaos ve kırılım dönemi böyle bir potansiyeli ortaya çıkartmakta mıdır? Müslümanlar için dünya sahnesinde bir alan açılmakta mıdır?  

Şii Jeopolitiği ilanihaye güçlü destek sağlayabilir mi?  

Sünni yaklaşım, ne kadar süre toplumsal ve bölgesel siyasete destek vermeye devam edebilir?  İslam'ın bir bölümünü kadükleştirilip bir bölümünün alabildiğince serbest bırakıldığı, “muhafazakâr din” anlayışı ne kadar iş görür?  

Sanki bundan sonraki süreçte; kovuklarından çıkıp, cesurca sormak ve isabetli cevaplar bulmak olmazsa olmazlar arasında olacaktır.   

Bunun için; kibirlerden, sadece, yetki kullananların ve ekiplerinin zihni kapasitelerinden ve diğer kısıtlayıcı sınırlar, ilkeler ve değerlerden, özgüvensizlik, korkaklık ve üretmeyen hesabilikten azade bir yaklaşım sergilemek icap etmektedir.  

Buna müheyya zihinleri, değerleri, kapasiteleri ve potansiyelleri sürece dahil edebilecek adil, güvenli ve akıllı yöntemler geliştirmek gerekmektedir. Bu yöntemin ana eksenini oluşturan temsiliyeti de varoluş ayetleri ile vahyi ayetlerin birleştirilmesini işaret eden, "zikir medeniyeti" olarak görebiliriz. 

Yeni meydan okuma, Müslümanların önümüzdeki uzunca bir süre; sofistike bir yenilgiye maruz kalmış memnun mağluplar olmasına mı neden olacaktır? Yoksa bu dönemin özgün koşulları ve fıtratından ortaya çıkacak olan fırsat alanında yerini alıp, hakikatin şahitleri olarak, insanlığa umut olmasına vesile mi olacaktır?  

Okuyanların pek çoğu için karmaşık, anlam taşımayan, romantik olarak nitelendirilebilecek olan bu sözler; bazıları için de üzerinde ciddi olarak düşünülüp, elde edilecek sonuçların; bu dönemde maruz kalınabilecek meydan okumaya verilecek cevabın stratejik hedefi olarak değerlendirilmesi fonksiyonunu icra edebilir.  

Modernizm, postmodernizm ve bunların hasılası olan kapitalizm ve küreselleşme ile yüzleşip, ederlerini ve etkilerini anlayamayan Müslümanlar, bunların meydan okumalarının altında kalmışlardır. Bunun en temel tezahürlerinden birisi de zaten kamilen var olmayan özgün perspektifin tümden ortadan kalkmasıdır.  

Bundan sonra, meydan okuyan unsurların perspektiflerinin içselleştirilmesi, zihni ve pratik entegrasyon süreci başlamıştır. İçine düşülen ikilemden doğan travmayı dengeleyebilmek için de aslında baskın cari perspektifin teklifi olan şeyleri yeşile boyayarak ya da İslami tabela ve etiketler takarak, bir çözüm üretilmeye çalışılmaktadır.  

Bu meydan okuma; İslami literatürü, gelenek parçalarını, kültür kalıntılarını ve en önemlisi fıtrat kodlarını tümüyle ortadan kaldıramayınca, bunların oluşturduğu derin itiraz ve arayışı kontrol edebilmek için temelde iki hususu odak alarak, tahrip etmeye çalıştı.  

Birincisi, Müslümanların sahih ve etkin karar verip, davranış geliştirmelerine engel olacak biçimde, algı mekanizmalarına ve bunu besleyen bilgi sistemlerine saldırdı.  

Diğeri ise, insanın doğasından gelen ve insanı özne kılan potansiyel ve imkânların farkına varıp, onları hikmetle kullanmasını engellemek amacıyla; beşerî kalitesine ve kapasitesine saldırdı.  

Konjonktürel ve muhtemel keyfiyetin büyük tehdit mi? yoksa fırsat mı? olduğunu belirleyecek olan stratejik unsur, Müslümanların bu hususlarla yüzleşip çözümlerini üreterek yeniden inşa sürecine girebilmeleridir.  

Karşı karşıya bulunulan en temel iki sorundan biri epistemik, diğeri ise insan niteliği ile ilgilidir.  

İslam dünyasındaki kafa karışıklığı, ayrışma, çatışma ve üretimsizliğin temel problemlerinden bir tanesi bilgiye dair sorunlardır.  

İnsanların, hayata ilişkin temel bir anlayışa; buna uygun amaçlara ve hedeflere, süreç ve sistem tasavvurlarına sahip olabilmeleri için; bütüncül ve fonksiyonel düşünce ve inanç sistemine sahip olmaları gerekmektedir.  

Özgün bir düşünce ve inanç sistemine sahip olmanın lazım şartı da özgün, bütüncül ve çalışan bir bilgi sistemine sahip olmaktır.  

Kitap’taki başlangıçların buna dair olduğuna dikkat etmek lazımdır.  

Bakara suresi 2 “Kendisinde şüphe olmayan bu kitap muttakiler için hidayet (rehberi) dir.”  

Alak suresi 1 “Yaratan Rabbinin ismiyle oku!”  

İslam’ın kaynağı bellidir ve dini bilgi oradadır. Ancak ihtiyaç, bu kaynaktan bilginin hangi nedenle ve usulle alınacağı; bilginin fonksiyonu, çeşitleri ve diğer kaynakları; bu kaynakların kıymetleri, bilginin nasıl alınacağı; kaynaklar arasındaki ilişkilerin değer, biçim ve usulleri; bilginin tasnifi, işlenmesi, paylaşımı ve kullanılmasının net ve bütüncül olarak bilinmesidir. Yani özgün bir bilgi teorisine ve sistemine ihtiyaç söz konusudur.  

Bunun var olduğunu iddia edenlerin, neden bu “bilgi sistemi” ile ortaya konulan “İslami önerilerin”, hayatı fıtrat çerçevesinde inşa edemediğine dair cevapları yoktur.   

Neden Müslümanlar arasında mutabakat sağlayamadığına; çatışmaları önleyemediğine ve hatta bizatihi çatışma nedeni olduğuna dair cevapları yoktur.  

Neden insanı itminana erdirip, diğerlerine şahitlik etmelerini sağlayacakken; Müslümanların düzgün bir hayat tasavvuruna sahip olamadıkları için, Müslümanca bir hayat inşa edebilmeye dair önerileri ve örnekleri olmadığına cevapları yoktur.  

Güçlü olmaları gerekirken; zihni, ruhi ve sosyal zaaflar ve sorunlara sahip olduklarına cevapları yoktur.  

Neden bütüncül bir zihne, tasavvura, ruha, hayat anlayışına ve pratiklerine sahip olmaları gerekiyorken; paramparça zihne ve ruha, birbirlerinden farklı işleyen inanç-düşünce sistemiyle, hayat pratiklerinin varlığına dair cevapları yoktur.  

Neden, tevhidin cari olması gerekirken düalizm içinde bulunulduğunun cevabı yoktur.  

Bunlar suçlamak, yargılamak ve eleştirmek için yazılmış şeyler değildir. Her birisi kanlı göz yaşlarıdır.  

Bunların cevapları ise; red, inkâr, yokmuş gibi yapmak ya da ciddi çalışmalara ve delillere dayanmayan retorik kıvamındaki laflar olamaz.  

Dini bilginin kaynağı orada durmaktadır ve “neden yok?” diye sorulanların tamamını var yapmak potansiyeline ve imkânına sahiptir. O halde sorun kök bilgide değil, Müslümanların, onunla kurduğu ilişkinin biçim, usul ve yeterliliğindedir.  

Bilginin, asgariden; anlamını, fonksiyonlarını, çeşitlerini, kaynaklarını; bunların kıymetlerini ve aralarındaki ilişkileri, elde ediliş, tasnif, dağıtım ve kullanım usullerini; kaynak ve mekanizmaları kapsayan, özgün, bütüncül ve fonksiyonel bir bilgi teorisi ve sistemi geliştirilirse;  

  • Müslümanların; sahih, etkili bir düşünce ve inanç sistemi
  • Perspektifleri ve tasavvurları
  • Varlık nedeninden doğan, amaç ve hedefleri
  • İtminana ermiş nefse sahip insanları
  • Projeleri, kararları ve eylemleri
  • Bu çerçevelerde geliştirilmiş ilişkileri ve organizasyonları
  • İş birlikleri ve yardımlaşmaları
  • Güçleri, özgürlükleri, özgünlükleri, özgüvenleri ve güvenlikleri
  • Fıtri ahlakları ve şahsiyetleri oluşur.

Bunu gerçekleştirebilmek için başlangıç noktası, İslami bilgiden tespit edilecek varlık nedenidir. Zira yeryüzünde her sistem, süreç ve ilişki, varlık nedeninin gerçekleştirilmesi için vardır. Her bilgi teorisi ve sistemi de hayatın varlık nedeni üzerine geliştirilir.  

İşte bu noktada da bir çelişkinin aşılması icap etmektedir.  

Kâmil varlık nedeni ancak; sahih, etkin ve bütüncül bir perspektifle (ki aynı vasıflara haiz bir bilgi sistematiği ile) tespit edilebilir. Henüz kök bilgiye bu kıvamda yaklaşamıyorsak; bu ve benzer başlangıç tespitlerini nasıl ve kiminle yapacağız?  

“Varlık nedenimiz, Allah’a kulluktur, bunu bilmek için yeni bir şeye ihtiyaç yoktur” itirazlarını duyar gibiyim.  

“Yalnız Allah’a kulluk edebilmenin” künhünü anlamak ve bunu da fiilen tahakkuk ettirebilmek için; büsbütün bir hayat tasavvuru, buna ilişkin amaç ve hedefler ile bunların geliştirilebilmesini sağlayacak bir düşünce ve inanç sistemi gerekmektedir. Aksi durumda, kulluk inancı soyut bir ifadenin ötesine geçmemektedir. “Yalnız Allah’a kulluk etmek” bir iddia olarak kalabilmekte ve hatta bunu ifade ederken bile birçok ilaha kulluk edebilmek ihtimali ortaya çıkabilmektedir.  

Varlık nedenine ilişkin kâmil bir tasavvur, kâmil bir bilgi sistemi çerçevesinde Kitaba yaklaşabilmekle mümkün olabilir. Bu durumda, insan varlığının nedenini tarif eden bütün anlam hükümleri ile birlikte, fonksiyonel bir varlık tasavvuru oluşabilir.  

Cari sistem ve kültürün bilgi sistemi üzerinden hayatı okumaya alışmış olanların; bir de bu sistemin önerilerini ve pratiklerini kabul etmiş ve benimsemişlerse, hatta bunun içine doğmuşlarsa; özgün olanın ihtiyacını hissetmeleri ve üretmeleri çok kolay olmayacaktır.  

Bunu başarmak ihtimali yüksek olanlar, ulul el bab yani derin ve temiz akıl sahipleridir.  

Zira sistemi içselleştirmişleri (muhalif görünseler dahi) ya da içine doğmuşları etkileyen temel hususlar, mücessem ve somut olgular, oluşlar, aktörler ve ilişkilerdir.  

Oysa ki, bunları analiz edip, kritize edebilmek ve özgün olanı tasarlayıp, inşa edebilmek; görünür ve pratik olanın etkisinden azade bir bakışa, zihne ve ruha sahip olmayı gerektirir.  

Yani, özgür yaklaşıma sahip olabilmek; görülenleri, kök unsurlarından okuyabilmek ve kritize edebilmek; kök unsurlardan başlayarak, fıtri bir mekanizma ile özgün olanı tasarlayıp, inşa edebilmek formasyonuna sahip olmayı icap ettirir.  

Yanısıra, harici bir motivatöre ihtiyaç duymadan, içsel motivasyon kaynaklarına, sorumluluk ve iradeye sahip olmayı da gerektirir.  

Bu nedenle ulul el bab ve kurucu unsur olabilmek vasıflarına haiz olanların, ölü taklidi yapmak hakları yoktur. Sorumluluklarını kuşanıp ortaya çıkmak mecburiyetleri vardır. Özellikle bu hususlarda çalışıp tecrübe ve donanım sahibi olanların, yeni bir perspektifle mesuliyet almaları önemlidir.  

İkinci saldırı alanı ise insan kalite ve kapasitesine yapılandır.  

Bir sera düşünün. Toprak kalitesi, havanın terkibi, ısı ve ışık durumu, suyun kalitesi ve miktarı bitkinin sağlıklı yetişmesini sağlamıyor. Üstelik bir de sera içine zehirli gaz sıkılıyor. Bitki köklerine zararlı kimyasallar veriliyor. Yanısıra bir de periyodik olarak bazı adamlarca bitkilere sopalarla vurulup, zedelenmeleri sağlanıyor. Sizce bu serada yetişen bitkilerin durumu ne olacaktır?  

Kendi fıtri atmosferinde, zemininde ve koşullarında yetişmeyen; üstelik fıtratına mugayir, örseleyici muamelelere maruz kalan insanın da durumu aynıdır.  

Fıtri hasletlerine karşı ağır saldırıya maruz kalmış toplumlarda yaşayan insanlarda, aşağıda ifade edilen haller ve sorunlar ortaya çıkabilmektedir. 
 

  • Özgüven, özsaygı, öz değer yoksunluğu ile yaşamak
  • Korkular, kaygılar ve endişelere sahip olmak
  • Özgün amaçlar ve hedeflere ve bunları tahakkuk ettirecek özgün çalışmalara sahip olmamak
  • Ciddi kişilik bozuklukları, psikolojik sorunlar, kompleksler, ahlak ve ilişki problemleri
  • Eziklik ve yenilgi psikolojisi
  • Özgün olanı oluşturmak hususunda inançsızlık
  • Güvensizlik, sevgisizlik, merhametsizlik
  • Bencillik, hodkâmlık
  • Muhakeme, mukayese yeteneği ve temyiz kabiliyeti sorunları
  • İnisiyatif almaktan, irade beyanından çekinmek
  • İnşa etmek, üretmek, değiştirmek eylemlerinden çok, sahip olduklarını muhafaza mücadelesini tercih etmek
  • Genellikle ego düzeyinde takılıp, kemâlâtın diğer mertebelerine ulaşmakta sorun yaşamak
  • Bu durumda, çoğunlukla hayata ego mertebesinden yaklaşıp, ömrü, nefsi müdafaa ile tüketmek
  • Farkındalık sorunlarına sahip olmak
  • Kurucu ve süreç özneleri olmak yerine, aktif ya da pasif nesne olmayı tercih edebilmek
  • Hakikat peşinde olabilmek, adalet mücadelesi verebilmek ve hikmetli davranabilmek problemleri
  • Hasbi iş birlikleri yerine, gizli-açık hesabi rekabet ve çatışmalar
  • Üretip, geliştirmek yerine tüketip, israf etmek eğilimleri.

Bu ve benzeri haller, insanın ve insana dair olanın fıtratına aykırı koşullarda yaşamanın acı bedelleri olarak görülmelidir. 

Bu haller fıtri ve adil olanın inşasını başlatabilmek için; anlamak, fark etmek, niyet, hedef koymak, planlama ve mücadele, hikmetli karar ve davranış ile iş birliği imkanlarını kısıtlamakta ya da ortadan kaldırmaktadır. 

Cari ve müstakbel meydan okumalardan korunup, çıkacak fırsatları değerlendirebilmek için Müslümanların; yeni bir bilgi teorisi ve sistemi geliştirebilmeyi; insan kalite ve kapasitesini, fıtri eksende inşa edebilmeyi; içlerinde bulunan derin ve temiz akıl sahibi kurucu unsurların ortaya çıkıp sorumluluk yüklenmelerini sağlamayı öncelemeleri; iki stratejik eksen ve hedef gibi görülmektedir.  

Buradan da bir “yeniden inşa” süreci başlatılmalıdır. 

0 Yorumlar