Bir nevi emekliler kahvesi denilebilirdi. Gerçi müdavimleri, neredeyse tamamı emeklilik kavramına inanmayan, sadece hayatları boyunca sürdürdükleri, geçim için çalışmak faaliyetlerini tamamlamış ancak, hayatı inşa mücadelelerine devam eden kişilerdi. Bir de buraya takılma nedenleri; "Allah affetsin", kahvenin sahibi Nilgün Ablanın demlediği çayın, yaptığı kahvenin lezzet ve kıvamıydı. Söz benim değil, onlar Allah affetsin diye başlıyorlardı lafa, neden buraya geldiklerini anlatırken. Diyorlardı ki; bir tek bu çay ve kahve kaldı deminde, bu dünyada. Bunlarda bizim dünyaya son talakını vermemizi engelleyen son nefsi engelimiz oluyor.
Yazar Ergün Beyin aleni keyifsizliği dikkat çekmeyecek gibi değildi.
- Hayrola üstat, seni böyle görmeye alışkın değiliz. Ayrıca uzun süredir yazılarından mahrum kaldığımızın farkında değiliz de zannetme.
Hafifçe başını kaldırdı ve hafifçe gülümsedi Ergün Bey.
- Haniyse bütün nedenler tükenmiş gibi hissediyorum, bu da keyif meyif bırakmıyor insanda.
Yazamadığım da bu yüzdendir. Suya mı yazıyorum, dağa mı konuşuyorum belli değil. Sanki okuyanlar muhatap değilmiş, bu meseleler hiç yokmuş, işaret edip, hatırlatmaya çalıştığımız hayat onların umurunda değilmiş ve onlar ulaştıkları cennetlerinde yaşıyormuş da hiçbir sıkıntıları, ihtiyaçları, hedefleri yokmuş gibi. Yer demir, gök bakır, kapı duvar. İnsan hangi kapıyı,niye çalsın bilemiyor. Bunun için yazmaya neden, istek, motivasyon kalmıyor.
Teselli cümleleri beklenirken derin bir of işitildi. Bir dokun bin ah işit kase-i fağfurdan misali, Ahmet Beyden. Herkes hayırdır diye ona baktı hep birlikte.
İçinde tutup da veremediği nefesin kendiliğinden boşalması gibi, artık patlama noktasında konuşmaya başladı. Biliyorsunuz ben elli üç senelik evliyim. Her saniyesine şükredip, bütün hücrelerime kadar mutluluk hissettiğim bir ilişki olduğunu söyleyemem. Fakat kendimce oluşturduğum nedenler ve gerekçelerle sürdürmeye güç yetirdiğimiz bir elli üç yıl. Geldik ömrün belki de en eyvallahsız, en beklentisiz, en olgun zamanına. Sanki bir ölmüş eşek misali ama bunun tezahürü farklı oluyor. Sanki elli üç yılın yekününden kalan -belki de ölmüş eşek hissiyatı sebebiyledir- anlamını, adaletini tahakkuk ettirmeyen herşey nedenini kaybedip, bir yükmüş gibi hissettiriyor şimdi. Elli üç senede, bütün yükleri taşımayı, bütün tahammülleri gerçekleştirmeyi mümkün kılan şeylerin geçerlilik süreleri dolmuş, nedenleri ortadan kalkmış gibi.
Hepimizin kafasının üzerinde bir kuş var da uçurmaya korkuyormuş gibi, bu lafların ulaşacağı sonucu dinlememek, söylemesine izin vermemek için, sanki günaha girmek isteğini ifade edecek, potansiyel bir mücrim karşısındaki pozlarımıza büründük, spontan bir senkron içerisinde. Oysaki asıl mesele içlerimizde, tutuşma kıvamına gelen kendi fitillerimizi engellemek için, üzerine tükürmeye çalışmaktan başka bir şey değildi.
Derken Hayrunnisa Hanım, ayak almış bir aşık gibi sazın tellerine vurmaya başladı.
- Malumunuz üç çocuğumu hangi şartlar altında büyüttüğümü. Allah'ın bana, onlara karşı verdiği sevgi ve merhamet en güçlü dayanağım oldu. Çok şükür artık zor günler geride kaldı, çocuklar ayakları üzerinde durabilecek duruma geldiler, her şeyi paylaşıp, konuşacağım kıvama geldiler ve sabrımın sonuçları ortaya çıkacak derken...
Burada herkesin gözlerinde ortak bir korku ve hüzün tonunun görülmesi şaşırtıcı mıydı? Daha sonra bunun farkına varan herkesin düşüncesi, hiç te şaşırtıcı olmadığı idi.
- Derken gördüm ki kazın ayağı öyle değil. Yakınlaşmak isteğim kadar uzaklaşıyorum.
Şükran yerine, mecburmuşum, o nedenle yapmışım yani bir kıymeti harbiyesi yok duygularıyla yüzleşiyorum. Allah'ın kullarıdır, saygın ve özgürdürler esasına dayanan ilişki biçimimin bedellerini bana ödetmek teamüllerini ve başarmakta sıkıntı çektikleri her şeyin müsebbip faturasını bana kesmeye çalışmalarını gözlemliyorum. Çevrenin tecavüzü nedeniyle oluşan problemlerin çözümünde benimle işbirliği yapmaları gerekirken, tecavüzün, benden uzaklaşmaları telkini biçiminde devam ettiğini gözlüyorum. En kötüsü de benim bunlara güç yetirebilmem için bütün umutlarımdan, beklentilerimden ve hatta onlardan vazgeçmekten başka çarem yokmuş gibi hissetmem. Onların da bunun farkında olmamaları ve umursamamaları. En önemlisi bu değil, neleri kaybedeceklerini, kaybetmeden bilememeleri ve bunun bütün acısını benim tek başıma hissediyor olmam.
Hulusi Bey oturduğu köşeden durumun vahametini ve müdahale etmek zorunda olduğunu hissetti. Ne de olsa bu insanlar ömürlerinin son demlerinde, rikkatleri zirveye, takatleri aşağılara yakın durumda olanlardı.
- Sizler konuşurken kendimi anlattıklarınızın tamamının içerisinde piştiği bir güveç tenceresi gibi hissettim. Bir gün tencere çok kaynayıp, kapak yerinden oynamaya başlayınca; ya Rabbi, halim Sana malum, bana halimden bir haber ver diye yalvardım. Sanki; "Yunus'a sor, damdan düşen, halden bilir" gibi bir ilham aldım ve sordum.
- Beklenenler ve umulanlar, bekleyen kadar aciz olduğu için, Allah'tan başkasından herhangi bir beklenti, umut ve karşılık, her daim hayal kırıklığı oluşturacaktır. İşin tabiatı budur, dedi.
- Ben kimden, ne bekleyip, umuyormuşum ki?
- İnsanların anlamasını, inanmasını, harekete geçip, değişmesini; eşinin, halini, duygularını, niyetini, yaptıklarını bütün kıymeti kameti ile anlayıp, takdir ederek, karşılığını vermesini; çocuklarının, senin söyleyip yaptıklarınla hidayet bulup, seni takdir ederek, medyunu şükran olmalarını. Onları bütünüyle etkileyip, kontrol edebilmeyi ve karşılığını görebilmeyi. Oysaki; biz, eşlerimiz, evlatlarımız ve diğer herkes insandır. Ne, Rabbin güç ve imkânlarına sahipler ve ne de Rabtan beklenen ve umulan şeyler onlardan umulur ve beklenir. Geldiğin halde de durum budur. Muhatap olduklarının Rabbi Allah'tır. Onlara hidayet edecek, merhamet edecek ve yaptıklarının karşılıklarını verecek olan O'dur. Sen bu aciz halinle, bu merhamet ve adalet duyguları ile acı çekiyorsan unutma ki Allah sonsuz merhamet, mahza adalet, tek güç ve imkân sahibidir.
Sen, Allah'ın dışındakilerden beklentilerin ve umduklarından dolayı hayal kırıklığı yaşıyorsun. Sen, kendinin yapabileceklerini zannettiklerinin gerçeği ile yüzleştiğinden dolayı ıstırap çekiyorsun. Yani dem pişmek demidir. Dem hakikatleri fark etmek demidir. Dem Allah'a sığınmak, dayanmak, güvenmek; tövbe ve sabır demidir. Allah senin, eşinin, çocuklarının ve tüm insanların Rabbidir.
Yanlış anlamayın bende bir numara yok. Fark ettim ki soran da benmişim, Yunus'ta benmişim. Zaten cevaplar ruhta, vicdanda varmış da Allah bu imtihan vesilesi ile anlamama müsaade etmiş.
Emekliler kahvesinde bir dünya günü daha Nilgün Ablanın acı kahvesi ile nihayet buldu.
Yarına Allah Kerim.
0 Yorumlar
SON DAKİKA
1
NASIL BİR MEYDAN OKUMA İLE KARŞI KARŞIYAYIZ? CEVABIMIZ NE OLMALIDIR?